İri yağmur damlaları camımdan kayıyordu. Baba bagajın kapağını kapadı. Şimdiden ıslanmıştı; sürücü tarafina doğru ilerledi. İçeriye eğildi, arka koltukta oturan Ali'ye bir şey söyledi; fikrini değiştirmesi için, son bir deneme, belki. Bir süre böyle konuştular, bir elini arabanın tepesine dayamış, iki büklüm Baba sırılsıklamdı. Sonra doğruldu; doğduğum günden bu yana bildiğim yaşamın o çökük omuzlarda sona erdiğini gördüm. Baba arabaya bindi. Farlar yakıldı, bir çift ışıklı boru yağmuru deldi. Bu, Hasan'la birlikte izlediğimiz Hint filmlerinden biri olsaydı, tam da bu noktada dışarıya firlar, yalınayak, sağa sola su sıçratarak koşardım. Arabanın peşine düşer, durması için çığlık çığlığa bağırırdım. Hasan'ı arka koltuktan dışarıya çeker, gözyaşlarını yağmur damlalarına karışırken, ona üzgün, çok üzgün olduğumu söylerdim. Sağanağın altında kucaklaşırdık. Ama bu bir Hint filmi değildi. Evet, üzgündüm, ama ne ağladım ne de arabayı kovaladım. Baba'mın arabasının kaldırımdan uzaklaşışını, ağzından çıkan ilk sözcük benim adım olan kişiyi götürüşünü seyrettim. Baba sokağın köşesinden (defalarca misket oynadığımız yerden) sola dönerken, arka koltuğa çökmüş olan Hasan'ın bulanık görüntüsünü son kez, bir anlığına yakalayabildim. Geri çekildim; artık tek görebildiğim pencere camlarının gerisindeki, erimiş gümüşe benzeyen sağanaktı.